Genel Başkanvekilimiz Sabri Tekir, TBMM Grup Toplantısı’nda gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

2023 seçimlerinin üzerinden tam bir yıl geçtiğini hatırlatan Genel Başkanvekilimiz Tekir, şunları söyledi:

“Yerel seçimlerin ardından da bir buçuk aylık bir zaman geçti. Bu kadar zaman içerisinde sürekli dile getirilmiş olmasına rağmen iktidardan herhangi bir şekilde cevap verme zahmetine bile katlanılmayan bir dönemde iktidarın aklına ne hikmetse birdenbire tasarruf tedbirleri uygulamak geldi. Hikmeti nedir diye sorulduğu zaman aslında bilinmeyen hikmetler yoktu. Ve kendilerinin de verdikleri cevaplar fark etmiyordu. Diyorlar ki; ‘birinci derecede enflasyonu düşürmemiz gerekmektedir. İkincisi de altı Şubat depremlerinin oluşturduğu sıkıntıları gidermek, onların maliyetlerini karşılamak veya o konuda var olan problemlerin çözümünü hızlandırmak.’ Böyle bir cevap veriyorlar. Ancak enflasyon yeni bir olay değil ki. Türkiye'deki enflasyon son 4-5 yıllık dönem içerisinde birçok Avrupa ülkesinden çok daha hızlı bir yükseliş göstermekte. Çok daha etkili bir şekilde halkımızın geçim seviyesini etkilemekteydi. 

Depremin üzerinden de bir buçuk yılı aşkın bir süre geçti. İlk defa tasarruf tedbirleri akla gelmişse burada düşündürücü bir durum var demektir. 
Peki ilginç olan şey şu; ne zamana kadar bu tedbirlerini uygulanacağına ilişkin verilen beyanatlar bize göstermektedir ki onların ilgililerin Sayın Maliye Bakanımızın ifadesi üç yıl sırayla uygulanacaktır. Neden üç yıl? Neden sürekli değil? Çünkü aslında bakılırsa bir sonraki seçimlerden bir yıl öncesine kadar. Bir sonraki seçimlerden bir yıl öncesine kadar yapılması aslında veya böyle bir tarihin tespit edilmesi hiçbir zaman tesadüf eseri olamaz. İnce bir hesabın sonucudur. 
Bugüne kadar yapılmış seçimlerde son derece müstifane bir şekilde harcamalarda bulunan hükümet 2028 yılında yapılacak olan seçimlere adeta bir birikim yaparcasına oradaki harcamaları daha da yoğunlaştıracak şekilde bir tasarruf tedbirleri paketi geliştiriyor. 

İKTİDARIN DERDİ MİLLET DEĞİL

Böyle ince hesaplara milletimizin aklının ermeyeceği şeklinde bir andan işle hareket ediyor. Bu siyasi ferasetle bağdaşabilecek bir husus değildir. 2023 seçimleri olmuş bitmiş. 2024 seçimleri de olmuş bitmiş. Şimdi de 2028 yılı seçimleri adeta tasarruf tedbirleri açısından görmezden geliniyor. Çünkü iktidarın tek bir hedefi vardır. Makyeverist bir düşünce içerisinde bir anlayış içerisinde seçimi her ne pahasına olursa olsun kazanıyor.  Kamu kaynaklarını seçimi kazanmak için her ne pahasına olursa olsun harcamak. Milletin geçim derdi olacakmış, millet bir takım sıkıntıyla karşı karşıya kalacakmış. Ve ülkenin kaynakları yabancıların emrine geçecekmiş. İktidarın böyle bir derdi, böyle bir anlayışı yok.  Aslına bakılırsa tasarruf tedbirleri paketinin geliştirilmesi ve getirilmesi bir yerde iktidar tarafından şimdiye kadar büyük çapta bir israfın yani harcamalarda duyarsızlığın ve ölçüsüzlüğün bir başka itirafı değil midir? 20 yıllık bir iktidarın tasarruf etmeden sadece kendi iktidarını devam ettirmek amacıyla böyle bir harcama politikasını yapmasını milletimizin takdirlerine arz ediyoruz. Sonra israfın en yoğun olduğu birtakım kurumlar adeta tasarruf paketinin kapsamı dışında tutuluyor. Herkes çok iyi biliyor ki Cumhurbaşkanlığı başta olmak üzere birtakım kurumlar ve birtakım gider kalemleri aslında tasarruf paketi tarafından teğet geçiliyor. 

Gerçekten de hayırlı sabahlar demek gerekiyor. En azından böyle de olsa iktidarın 21 yıllık bir iktidar döneminden veya israf politikasını uygulamış olduğu bir dönemden sonra böyle bir gelişmeyi gerçekten de olumlu bir şekilde değerlendirmek gerekir ilk adım olarak. Ancak kesin olarak bir şey var. Bir şehrin tüm ana hatlarında devasa kaçaklar varken bir musluğun damlayan suyunu kesme tedbirleri uygulamak asla ve asla o problemi ortadan kaldırmayacaktır. 

CİDDİYETTEN UZAK BİR TASARRUF PAKETİ

Bu anlamda adına kamuda tasarruf tedbirleri denilen paket bir bakıma ciddiyetten uzak bir pakettir. Sonra bu paketten sağlanacak olan gelirlerin veya tasarruf sonucu ortaya çıkacak olan değerin basına intikal eden miktarıyla 100 milyar civarında olduğu söylenmektedir.  Bu 100 milyar lira bizim bütçemizin yirmide birini bile teşkil etmez. Yüzde birini ancak teşkil eder. Sonra iktidarın durumun vehametini anlamaktan da oldukça uzak bir anlayış içerisinde bulunduğunun da delilini teşkil etmektedir. Zira daha düne kadar bu tasarruf paketini halkımıza takdim eden Maliye Bakanımız bu tür tedbirlerle ilgili olarak daha önceden kendilerine yöneltilen sorulara bunlar çerez parasından ibarettir diye cevap vermişti. Getirilen tedbirde, tedbirler paketinde yer alan şeyler aslında çerez parası niteliği taşıyan bir takım uygulamalar. Demek ki kendilerine verilen bir ev ödevleri vardı ve o ev ödevleri kapsamında sözde tasarruf tedbirleri diyebileceğimiz bir durum ortaya çıkmıştır.

PAKETİN AMACI VATANDAŞIN KEMERİNİ SIKMAK

Normal şartlarda başlangıç için küçük de olsa bu tasarruf tedbirlerini bu tasarruf paketini biraz önce ifade etmiş olduğum şekliyle olumlu olarak karşılıyoruz. 
Ancak bu düzenlemelerde yer alan bir takım maddelerin esas amacın maddelerle esas amacın yine vatandaşın kemerini sıkmak amacını taşıdığını burada da ifade etmek istiyorum. Devleti yönetenler israftan kaçınmadıkları müddetçe bu tedbirlerin başarılı sonuçlar vermesi asla mümkün değildir. Ölçüsüzce yapılan harcamaların külfetini, yükünü vatandaşa çektirmek yerine daha ölçülü bir şekilde kamu kaynaklarının kullanılmasını tercih etmek sorumluluk bilincinin gereğidir. 22 yıllık israf dizeninin acı reçetesi olarak önümüze böyle bir tasarruf paketi sunulmuştur. Şimdi bir kez daha kanseri aspirinle tedavi etmek gibi sadece kamuda ortaya çıkan bir takım tepki birikiminin bastırılması amacına yönelik bir tedbir paketiyle karşı karşıya bulunuyoruz. 

ZİHNİYET DEĞİŞMEDİĞİ SÜRECE EKONOMİ DÜZELMEZ

Bir kez daha ifade etmek istiyoruz ki her şeyden önce bir zihniyet değişikliği meydana gelmeden Türkiye'nin ekonomik istikrara, refah seviyesi, istikrara kavuşması, refah seviyesine yükselmesi mümkün değildir. Çünkü kamu malı dediğimiz şey esasen iktidarlara vatandaşlar tarafından, milletimiz tarafından emanet olarak teslim edilen kaynaklardır. Kamu parası dediğimiz ve herkesin alın teriyle elde etmiş olduğu değerlerin bir kısmını vergi olarak intikal ettirdiğimiz zaman bunun yine kendilerine emanet olarak intikal ettirdiğinin bilinci içerisinde hareket etmeleri gerekmektedir. Dolayısıyla da bu emanet bilinci yerleşmediği ve bunu sağlayacak olan bir zihniyet değişikliği gerçekleştirilmediği müddetçe Türkiye çok daha bir takım sıkıntılarla karşı karşıya gelecektir. 19. yüzyılın Osmanlı ekonomisini tetkik edenler, inceleyenler çok iyi bileceklerdir. Bugünkü israf anlayışının şahikaya çıktığı zirveye ulaştığı dönemler esensen o zaman yaşanmıştır. Sonuç hepimizin bildiği şekliyle bir duyunu umumiye idaresi kurulması şeklinde olmuş ve Osmanlı Devleti'nin mali sistemi alacaklı ülkelerin yönetimine teslim etmek mecburiyete hasıl olmuştu. O zaman zihniyetin değiştirilmesi gerekir. 

KAMU KAYNAKLARININ İSRAFA TAHSİS EDİLMEMESİ GEREKİR

Her şeyden önce asla ve asla harcamaların veya kamu paralarının, kamu değerlerinin betona harcanmaması gerekir. Ranta, israfa tahsis edilmemesi gerekir. Tüketime ve gösterişe dayalı yanlış yatırım politikalarına tahsis edilmemesi gerekir. Mantık, aynı mantık olduğu müddetçe ülkemiz büyük sıkıntılarla karşı karşıya gelecektir. Dün itibardan tasarruf olmaz diyenler bu paketle yine karşımıza şöyle çıkmaktadırlar. Bizi kapsamayan itibarlardan sadece üç yıllığına tasarruf olabilir. Özel uçakların uçaklardan tasarruf olmaz. Ancak arabaları otobüslerle değiştirebiliriz zihniyetiyle olumlu bir sonuç alabilmek mümkün değildir. 
Bin liradan sadece bir lira tasarruf ederek enflasyonla mücadele etme imkanını bulamazsınız. Koca bir baraj gölünü bardakla doldurma imkanına sahip değilsiniz arkadaşlar. En can alıcı nokta ise şudur. İsrafı yapanlar fakat bir de o israftan kaynaklanan bir takım zorlukları veya külfeti yüklenenler ayrı kesimler. 
İsrafa muhatap olanların yani israfı yapanların iktidarın nimetlerinden yararlananların bu tasarruf tedbirlerine muhatap olmamaları son derece yadırgatıcı bir şeydir. 
22 yıldır iktidar nimetlerinden yararlananlar kimlerse esasen bu tür tasarruf tedbirlerinin sıkıntısının yine onlar tarafından çekilmesi gerekmektedir. Bu nimetlerin karşısında elde edilen değerlerden bu tür tedbirlerin maliyetinin veya sorumluluklarının yine onlar tarafından yapılacak katkılarla giderilmesi gerekmektedir. 

ÜLKEYİ SARAYLARLA DOLDURMANIN BU ÜLKEYE FAYDASI OLMAZ

Saadet Partisi olarak dünden bugüne ısrarla söylediğimiz şeyler şunlardır; yanlış yatırımların derhal durulması gerekmektedir. Üretici yani üretime yönelik verimli yatırımlar olmadan sadece gösterişe yönelik yatırımların bu ülkeye herhangi bir fayda temin etmeyeceğini herkes bilmektedir. 

Ülkeleri saraylarla donatmanın bu ülkeye bir faydası olmaz. Daha değişik bir tarzda söyleyeyim. Biraz önce ben Osmanlı Devleti'nin 19. yüzyılına işaret etmiştim. Bütün İstanbul Boğazı'nı saraylarla donatanlar, bugün sadece gördüğümüz saraylar değil, bir de feriye sarayları denilen saraylarla donatanlar, netice itibariyle Osmanlı Devleti'nin mali yönden iflasına sebebiyet verebilecek bir harcama politikası takip etmişlerdi. Burada da benzer yatırımlardan vazgeçilmesi gerekmektedir. 
Faize aktarılan kaynakların mutlaka üretici kesimlere aktarılması, transfer edilmesi gerekmektedir. Borç alan emir alır. Dedelerimizin atalarımızın ifade ettiği en temel gerçeklerden bir tanesidir. Borç alan emir alır. Ama sonunda da borç faiz ve borç kıskacına veya sarmalına yakalandığı andan itibaren bu sarmalığa yakalanmış olanların kurtulabilmeleri o kadar kolay değildir. 

Gördüğüm kadarıyla burada bulunan vatandaşlarımız, kardeşlerimizin büyük bir kısmı ticarette meşgul oluyor. Bir işletme eğer borç, faiz ve borç sarmalına yakalandığı zaman o işletmenin belini doğrultması mümkün değildir. Tıpkı benzer işletmelerde olduğu gibi devlet açısından da bu söz konusudur. 
İsraf, rüşvet ve yolsuzluk düzeninden vazgeçmek gerekmektedir. Üretim ve istihdam odaklı yatırımlar ülkemizin genelinde yaygınlaştırılmak suretiyle halkımızın refah seviyesinin yükseltilmesi gerekmektedir. 

Faiz lobilerini tatmin etmekten iktidarın vazgeçmesi gerekir. Yine aynı şekilde bir avuç müteahhide destek çıkmaktan iktidarın vazgeçmesi gerekmektedir. Medya patronlarını beslemek yerine çiftçiyi, besiciyi, işçiyi, memuru, emekliyi ve öğrenciyi gözeten politikaların takip edilmesi gerekmektedir. Bunlar söylediğin söylendiği zaman iktidara mensup ilgililerin veya teşkilatların bize verdikleri cevaplar şunlar olmuştu; 
Bunlar yatırımlara karşı çıkıyorlar. Bu ülkenin 84 milyon vatandaşının bir tek ferdinin dahi bu ülkede yapılan gerçek anlamda verimli yatırımlara karşı çıkabilecek bir anlayışa sahip olduğunu asla düşünmüyorum. Böyle bir şey olmaz. ‘Faiz bir dünya gerçeğidir’ diye cevap veriyorlardı. Ama ben size söyleyeyim. Bu 20 yıllık iktidar döneminde yani 2003'den başlayıp 2023 dönemine kadar Türkiye'nin ödemiş olduğu faiz miktarı 563 milyar dolardır. 563 dolarlık bir faiz borcunun bu ülkenin sırtına yüklenmesinin ne kadar ağır bir takım sorunları da beraberinde getireceğini önceden hesap etmek gerekmekteydi. Başka ne diyorlardı? ‘Ucuza kredi buluyorsak niye almayalım’ diyorlardı. Ucuza kredi bulursunuz ama o kredileri verimli istikamette kullanmadığınız takdirde zaman içerisinde o ucuz krediler son derece pahalı maliyetli krediler haline dönüşebilir. Başka? ‘Herkese iş bulmak zorunda değildir devlet’ diyorlardı. İyi de herkese iş bulmak zorunda değildir ama onun planını ve programını yapmak da devletin en önemli görevlerinde bir tanesidir. Ve sonra şunu söylüyorlardı; ‘Biz büyük bir devletiz. Yazlık kışlık saraylarımız milyar dolarlık uçaklarımız milyonluk makam araçlarımız olmasın mı?’ Dünyanın çok zengin ülkeleri var. Almanya fevkalade zengin bir ülkedir. Amerika Birleşik Devletleri dünya imparatorluğu kurmuş bir ülkedir. İngiltere'de üzerinde güneşin batmadığı bir imparatorluğu kurmuş bir ülkedir. Bu ülkelerin hangisi böyle bir öylesine israf merkezli bir politika takip ediyor ki? Böyle bir politikayı takip eden söz konusu ülkelerdeki liderlerden bir tanesi bile vatandaşlar tarafından hiçbir zaman tasvip edilmediği gibi yerinde bile duramaz. 

SEÇİM ODAKLI ADIMLAR DERTLERİMİZE DERMAN OLMAZ

Yüksek İstişare Kurulu Başkanımız Merhum Oğuzhan Asiltürk Dualarla Anıldı Yüksek İstişare Kurulu Başkanımız Merhum Oğuzhan Asiltürk Dualarla Anıldı

O zaman şimdi tekrar uyarımızı yapıyoruz. Seçim odaklı ve göstermelik birkaç adımdan ibaret bu adımların dertlerimize derman olması mümkün değildir. Neden? Diye sorulursa ben size bir takım rakamları vermek suretiyle kendi düşüncelerimi de sizinle paylaşmış olayım. 
Türkiye'de merkez yönetimin bir borç stoku vardır. Bu borç stoku 2020 yılı sonu itibariyle 1 trilyon 800 milyar liraydı. 2021 sonu 2 trilyon 700 milyar liraya yükseldi. Ne kadar arttı? 1 trilyon liraya yakın artış kaydetti. 

2022 yılı sonu itibariyle bu 4 trilyona yükseldi. Bir önceki yıla göre ne kadar arttı? 2007’den 4 trilyona kadar 1 trilyon 300 milyar arttı. 2023 yılı sonu itibariyle de 6 trilyon 700 milyar lira yükseldi. Ne kadar arttı? 2 trilyonu 2,5 trilyona yakın bir miktarda artış kaydetti. Yani bir başka ifadeyle katlamacı bir şekilde katlamalı bir şekilde devam eden bir borç yükümüz var. Peki 2024 yılına girdiğimizde son üç aylık dönem itibariyle bizim merkezi yönetimin borç stoku kaça yükseldi? 7,5 trilyona yükseldi. Eğer bu gelişme trendi devam ederse, Türkiye'de 2024 yılının sonu itibariyle merkezi yönetimin borç stoku 10 trilyon lirayı aşacaktır. Ne yapacaksınız? Bu borcu kime yükleyeceksiniz?

SİYASETTE FERASETİN KAYBOLDUĞU BİR DÖNEMİ YAŞIYORUZ

84 milyon insana yükleyeceksiniz. Nasıl yükleyeceksiniz? Boğazından geçen lokmaları vergilendirmek suretiyle yükleyeceksiniz. Hak ettiği hizmeti yeteri kadar almamak suretiyle yükleyeceksiniz. Refah seviyesinden fedakarlık yapmak suretiyle yükleyeceksiniz. Böyle bir devlet anlayışı olur mu? Böyle bir siyaset anlayışı olur mu? 
Siyasetin ferasetle birlikte değerlendirildiği bir gelenekten gelmiş olmamıza rağmen enteresandır, ferasetin kaybolduğu bir siyaset anlayışının hakim olduğu bir dönemi yaşıyoruz. 

İNSANIMIZ TOPRAKSIZ KALIYOR

Ben bunları bu şekilde sizinle paylaşmış oldum ama devam edersek bir başka gerçekle karşılaşmış oluyoruz. 14 Mayıs hepimizin bildiği gibi Dünya Çiftçiler Günü. 
Avrupa ülkelerinin bütününde çiftçiler desteklenirken tarım ve hayvancılık desteklenirken ve onların destek politikalarıyla ürettikleri hayvanlar, ürettikleri tarımsal ürünler bizim gibi ülkelerde destek verilmediğinden dolayı ya ürün yetersizliğinden veyahut da fiyatlar kontrol altına alınamadığından o ülkelerden ithalat yapmak mecburiyetinde kalırken Dünya Çiftçiler Gününü bizim çiftçiler gönül rahatlığı içerisinde kutlayamıyor. 
Maalesef iktidarın 22 yıllık yanlış politikaların neticesinde insanımız topraksız kalıyor. İşin ilginci de topraklarımız da insansız kalıyor. Bir başka ifadeyle büyük çapta yine Osmanlı Devleti'nde çeşitli dönemlerde huzursuzluk dönemlerinde büyük kaçgun diye tarih kitaplarında yer almış olan olay 21. yüzyılın ilk çeyreğinde adeta Türkiye'de yeniden yaşanmaktadır. 
Üreticilerimizin alın terinin karşılığı gün be gün erimektedir. Bunun yansımasını da pazardaki satın aldığımız ve boğazımızdan geçmek üzere geçimimizi temin etmek üzere kullandığımız malların fiyatlarında görüyoruz. 
Tarımsal bir tarım bakımından son derece önemli olan bir ülkede salatalığın kilosunu 40 liraya tüketmek mecburiyetinde kalınmamalıdır arkadaşlar. Domatesin kilosunu 40 liraya, 50 liraya tüketmek mecburiyetinde vatandaşımız kalmamalıdır. 
Bir zamanlar ilkokul kitaplarında hepimiz çok iyi biliyoruz. Coğrafya derslerinde de belirtildiği şekliyle kendi kendimize yetebilen dünyanın birkaç ülkesinden bir tanesiydik. Mercimeği Kanada'dan ithal etmek mecburiyetinde kalan bir ülke haline geldik. Nohudu başka yerden ithal ediyoruz. Buğdayı başka yerden ithal ediyoruz. Hayvanımızı da ta Arjantinlerden ve başka bir takım ülkelerden Güney Amerika'nın en köşesi, en güneyindeki, en uç noktasındaki bir ülkeden ithal ediyoruz.

TARIMSAL POLİTİKA ELEŞTİRİSİ 

Ama unutulmaması gereken bir şey var ki hükümetin takip ettiği politika asla ve asla tarımsal faaliyetlerin verimli bir tarzda gerçekleşmesine yönelik değil. Hayvancılığın geliştirmesine yönelik değil. Ve nitekim 2006 yılında bu hükümet iktidar olduğu zaman yani hükümet demeyin de AK Parti iktidara geldiğinden üç sene sonra çıkarmış olduğu bir kanun var. Bu kanunda şöyle bir hüküm getirilmiştir. Çok da güzel bir hükümdür. O zaman takdirle karşılamıştık. Bütün insanlarımız takdirle karşılamışlardı. 
Tarıma verilen destek gayri safi yurt içi hasılanın en az yüzde bir olacaktır. Yani tarıma verilen destek yüzde birden asla az olmayacaktır. Ama bu hükmün gereği hiçbir zaman yerine getirilebilmiş değildir. 
Bakınız ben size bir şey vereyim. AK Parti iktidara geldiği zaman Türkiye'de tarıma verilen destek gayri safi yurt içi hasılanın yüzde 0,7'sine tekabül ediyordu. Ona yaklaşık bir orandaydı. Şu anda ne kadar biliyor musunuz arkadaşlar? Yüzde 0,26 yani iki buçuk. Yani iktidara geldikleri zamanki çiftçiye, tarıma verilmiş olan destek yüzde 60 nispetinde azalmış vaziyette. Ve ondan sonra tabii pazara gittiğimiz zaman alacağımız maydanozun fiyatı birden on liradır, on beş liradır. Salatalığın fiyatı şu kadar olacaktır. Öbürünün fiyatı bu kadar olacaktır. Başka türlü bir sonucun beklenmesi mümkün değildir. 
Eşyanın tabiatı sizin ihmal edişinize göre kendisini de tepki olarak gösterecektir. Altını çizerek ifade ediyoruz. Yaklaşık 20 yıl olmuş olmasına ve bir kez bile bu kanunda asgari limiti olarak belirtilen tutarın yakalanmaması aslında sadece ve sadece son derece bilinçli bir şekilde takip edilen bir politikanın sonucu olabilir. 

KENDİ ÇİFTÇİMİZE VERİLMEYEN KAYNAKLAR BAŞKA ÜLKELERİN ÇİFTÇİLERİNE TAHSİS EDİLİYOR

Kendi çiftçimize ayrılmayan kaynaklar maalesef uluslararası şirketlere ayrılmaktadır. Kendi çiftçimize verilmeyen teşvikler, destekler bir tür ithal politikaları yoluyla başka ülkelerin mesela Fransızların mesela İspanyolların mesela Güney Amerika ülkelerinin çiftçilerine tahsis edilmektedir. Hem de döviz cinsinden. 
Geçtiğimiz günlerde yaş çay alımının fiyatının 17 lira olarak tespit edilmesi de bunun yansımalarından bu politikanın yansımalarından başka bir şey değildir. Ama her seferinde oylarını aldıkları vatandaşlarımızın seçim sonrasında böylesine bir şekilde kadre uğramaları aslında tasvip edilebilecek bir husus da değildir. 
Gerçekten de geçenlerde yapılan bir toplantıda besicilerimizin veya çiftçilerimizin ifadesini burada sizinle de paylaşmak isterim. 
Çiftçilerimiz ve besicilerimiz kan ağlayarak diyorlar ki; ‘eğer ithalat yoluyla dışarıya aktarmış olan kaynaklarımızın yarısı bile bize intikal etmiş olsa biz bu ülkeyi hem tarımsal ürünler itibariyle hem de hayvani ürünler itibariyle asla dışarıya muhtaç olmayacak şekle getiririz diyor.’ Doğru da söylüyorlar. Türkiye gibi 780 bin kilometre karelik bir alana sahip olan ve de ta kadim dönemlerden biri tarımın ve hayvancılığın yapıldığı bir ülkede bunu gerçekleştirmek o kadar zor bir şey değildir. 
Yeter ki hükümetler iradelerini o istikamette oluştursunlar. O istikamette tecelli eden bir irade gücü ortaya çıkmış olsun. 
Bu şekilde sizin de ekonomik durumla ilgili bir değerlendirme yaptıktan sonra yine bunun bir başka yansıması olarak kabul edebileceğimiz bir noktayı da sizinle paylaşmış olacağım. 

NÜFUSUMUZ DİNAMİK KARAKTERİNİ YİTİRMEKTEDİR

Milletimizin ve vatanımızın geleceği için çok önemli bir yaraya temas etmek istiyorum. Nüfusumuz gittikçe azalmaktadır. Ve nüfusumuz dinamik karakterini yitirmektedir. Bir ülkenin ekonomisinin sosyal hayatının, siyasi hayatının, kültürel hayatının ve geleceğe yönelik geleceğe daha bir güvenle bakmanın bir tek şartı vardır. O da nedir? Nüfusun dinamik karakteridir. Nüfusun dinamik karakteri nüfus artışının ortalama bir şekilde yüzde 2 üstünde yüzde iki nokta bir. Halbuki bundan 20 sene önce bu yüzde 2,3 şeklinde düşünülüyordu. Böyle bir artışın meydana gelmesi gerekiyor. Fakat şu anda Türkiye'deki nüfus artışı yüzde 1.6'ya kadar gerilemiştir. Dışarıdan nüfus ithalatı yapmak suretiyle bu açığı kapatma cihetine gitmektedir ki bu çok tehlikeli bir şeydir. Anadolu'nun medeniyetlerine bakınız. Anadolu'da kurulmuş olan devletlere bakınız. Bu devletlerin büyük bir kısmı bu şekilde demografik değişikliklerle beraber yıkılıp gitmişlerdir. 

EVLİLİK AZALDI BOŞANMA ARTTI

O zaman nedir? O zaman biz nüfusumuzu yeniden artış trendine sokacak bir takım ekonomik politikaların, sosyal ve kültürel politikaların geliştirilmesine gayret etmemiz lazım. Evlenme hızı Türkiye'de yüzde 37 nispetinde düşmüştür. Boşanma hızı ise yüzde 49 nispetinde artmıştır. Bu çok önemli bir gelişmedir. Boşanmaların nedenleri arasında geçimsizlik vardır. Ama geçimsizliğin nedenleri arasında en önemli husus doğrudan doğruya hayat pahalılığıdır. 

O halde bunun yansıması biraz önce bahsettiğimiz politikaların, israf politikasının netice itibariyle nüfusa yansıması ve onun da Türkiye'nin geleceğini etkilemesi son derece önemli. Evlenme yaşı 2010 yılında erkeklerde 26.5. Ama 2023 yılına gelindiği zaman erkeklerde 28.3. Kadınlarda 2010 yılında 23.2 ama 2023 yılına geldiği zaman 25.7. Bu sizin nüfus yapınızın dinamik karakterini olumsuz yönde etkiler. Nüfus yapınızın dinamik karakterini olumsuz yönde etkiler. Biraz daha bu trendin yükselmesi halinde son derece önemli bir takım gelişmelerle karşılaşmış oluruz. Ama bütün bunların hepsi eğer emekliler, asgari ücretle çalışan insanlar yeterli düzeyde bir gelir temin edemiyorlarsa çocuklarını evlendirme noktasında bir yeterli kaynağa sahip değillerse bu trendin yükselmesi mümkün değildir. O halde bütün mesele şudur; hem emeklilerin hem de asgari ücret alanların mutlaka ve mutlaka refah seviyelerinin yükseltilmesi gerekir. 

ÇALIŞANLARIN YÜZDE 57’Sİ ASGARİ ÜCRET ALIYOR

Türkiye asgari ücretle çalışanlar ülkesi haline getirilmiştir. Türkiye'de çalışanların yüzde 57 asgari ücretle çalışmaktadır. Bu batı ülkelerine, Avrupa ülkelerinin hiçbirinde yoktur. En yükseği yüzde 21’dir. Geri kalan kısmı yüzde 7’dir, yüzde 8’dir, yüzde 9’dur, yüzde 10’dur. 
Bu şekilde bu hususu da dikkatlerinizi arz etmek suretiyle sizinle paylaşmak istedim. Bu tarz arkadaşlar bir başka önemli husus daha var. 

İSLAM DÜNYASI GAZZE’YE SESSİZ KALDI

O da 7 Ekim'den bugüne değişmeyen bir gündemimiz daha var o da Gazze meselesi. Dinmeyen bir yürek sızımız. 7-8 aydan beri devam etmekte olan bir çatışmanın veya savaşın veya bir katliamın bizim gündemimizde yer alması nedeniyle. Terör rejimi katliamlarına aralıksız bir şekilde devam ediyor. Gazze’de olup bitenlere aslında sessiz kalındı. 

İlginç olan şu; İslam dünyası sessiz kaldı. Başta Türkiye olmak üzere İslam dünyası sessiz kaldı. Ve bu konuda seslerini yükseltenler yine ilginçtir, biraz önce kendileriyle görüştüm. Sayın Ahmet Davutoğlu hocamız, Sayın Başbakanımız Güney Afrika'ya gitti. İlk yüksek ses Güney Afrika'dan çıktı. Ve oradan yansıyan ses Amerika'da makes buldu. Amerika'daki üniversitelerde makes buldu. Türkiye'deki üniversitelerden tık sesi bile çıkmadı. Buna bizim gönlümüz razı olmaz. Böyle bir şeyi tasvip etmek mümkün değildir. Ama Gazze'deki katliam hala devam ediyor. 
Gazze'nin ardından Refah'ı da hedef aldılar. Sevil katliamların bir yenisi daha etkilendi. 10 binlerce insanın son sığınağı olan bu bölgeyi de boşaltmak için her türlü alçakça saldırılar yapılmaktadır. Nihai amaç belli. Bölgenin tamamen insansızlaştırılması, Filistinlerin kalan son topraklarına el konulması ve onların adım adım işgal edilmesi. Böylesine pervasızlaşan bir topluluk. 

Ve oraya giden yardım konvoylarının yollarını kesip de oradaki gıda maddelerini işlemez hale getirmeyi tercih eden bir davranış tarzı. 
Dünyanın dört köşesinde bir takım vicdan sahibi insanlar Gazze meselesine tepki gösteriyorlar. Adeta insanlığın vicdanı tarihin ender dönemlerinde meydana gelmiş bir şekilde harekete geçmiş vaziyette. Bizim vicdanlarımızın da harekete geçmesini bekliyorlar. 
Sözüm burasında çok geç kalırmış olsa da 10 Mayıs'ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda yapılan bir oylamaya da temas etmek istiyorum. 
Filistin'in tam üyelik için gerekli şartları karşıladığını belirten tasarı ezici bir çoğunlukla kabul edilmiş. Ama ilginçtir, Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail başta olmak üzere sadece 9 ülke aleyhte oy kullanmış. Almanya, Hollanda, İngiltere, İsveç ve Finlandiya gibi batılı ülkeler toplam 25 ülke çekimser kalmış. Ama geri kalan 143 ülke ise tasarıya evet demiş. 
Bu çok önemli bir göstergedir. Biz bunun bütün insanlığın vicdanını daha da genel anlamda etkileyerek çok farklı bir zemine doğru kayacağı kanaatini taşıyoruz. 

FİLİSTİN HALKININ SESİNİ TÜM DÜNYAYA HAYKIRMAYA DEVAM EDECEĞİZ

Nihayet olarak biz vicdanlarda daha gür bir sesle nehirden denize özgür Filistin diyoruz ve bunu da bütün dünya insanlığının duymasını istiyoruz. 
Bizler de Saadet-Gelecek Grubu olarak İsrail zulmüne ve işbirlikçi tavırlara karşı kararlılıkla mücadele etme gayreti içerisindeyiz. 
Mazlum Filistin halkının sesini tüm dünyaya haykırmaya devam edeceğiz. İnanıyoruz ki özgür Filistin mutlaka bir gün kurulacaktır. 
Yine biliyoruz ki ve inanıyoruz ki eğer inanıyorsanız üstünsünüz. Merhum liderimiz Necmettin Erbakan hocamızın da ifadesiyle; ‘biz inanıyoruz ki zulüm hiçbir zamanı ebedi olamaz. Kötülük mutlaka hüsrana uğrayacaktır.’ Bu inançla, bu duygu ve düşüncelerle sözlerimi son veriyorum. Sizleri ve ekranları başında bizleri takip eden değerli vatandaşlarımızı sevgiyle ve saygıyla selamlıyorum. Allah'a emanet olun.”
 

Editör: Saadet Gündem